12 Şubat 2012 Pazar

Prof. Dr. Mustafa Oğuz Güç

Oğuz Hocamızı, arkadaşlarının ağzından tanıyalım…



“Vefatından yaklaşık yirmi gün kadar önceydi. Bir cuma günü ben yemeği, öğrenciliğimden alışık olduğum için yine zaman zaman gittiğim Hamamönü’ndeki Merkez Oktay Lokantası’nda yemeye karar verdim. Bir yer seçtim oturdum. Bu lokanta 24 saat açık, fiyatları çok uygun, yemekleri seveni için bağımlılık yapan, orta hallinin altındaki insanların, öğrencilerin yemek yediği şıklık fakiri bir yerdir. Baktım karşıda Oğuz abi. Beni görmemiş. Yanına gittim. Şaşırdı: “Sen de gelir miydin buralara Musticiğim!” dedi. “Evet abi elbette gelirim, ben de sizi gördüğüme şaşırdım! “ dedim. Gülümsedi. Ben gerçekten şaşırmıştım. Michelin üç yıldızlı lokantalarını, İspanya’da en iyilerinin San Sebastian’da olduğunu anlatan birini Merkez Oktay’da görmeyi hiç beklemezdim. Sonra ben garsona yemeği ısmarlarken açıkladı: “Bugün kemoterapi aldım, bol soğan bulantımı bastırıyor!” Yemeklerin bitmesine yakın yanımdaki sandalyede duran, siyah çantasını istedi. Çantayı açtı ve içinden kağıt peçeteye sarılmış biraz çikolata çıkardı. Bana, Garson Şahin’e ve oradakilere ikram etti. Sonra çikolata ile ilgili detaya girdi: “Bu çikolatayı en iyi Ulus’ta Ali Uzun’da bulursun. Batırma çikolata. Hele yeni mahsülse yemeye doyamazsın. “Glase” portakallı olanının tadı çok iyidir. Fiyatı da Paris’e göre çok uygun. Ben Dicle’yi Ulus’a götürmeyi bu çikolata sayesinde başardım!” Yemek bitti. Garson Şahin’e benim o güne kadar Merkez Oktay’da şahit olduğum en yüksek bahşişi verdi. Masadan kalkarken Şahin kulağıma eğilip fısıldadı: “ Baba çok hasta! “ Gerçekten çok doğruydu, “Baba çok hastaydı!“ Yemekten sonra Hamamönü’nde, köstekli saatçisine uğradık, Çaycı Enver’de kahvelerimizi içtik. Kahvenin sonuna doğru karşıdan gelen bulutları gösterdi. “Beş dakikaya kadar yağmur başlar. Kalkalım” dedi. Kalktık. Ben onu caddenin karşısına geçirdim. taksiye bindi. Uzaklaştı. Yağmur başladı. Yürürken kendi kendime: “Bak yine bildi” dedim. 

Merkez Oktay’daki karşılaşmamızdan herhalde bir hafta on gün kadar sonraydı. Oğuz abi Onkoloji Hastanesine yatmıştı. Ziyaretçi kabul edebiliyordu. 95-2 numaralı odasında ziyaretine gittim. Giderken elim boş olmasın diye o sevdiği Ali Uzun ‘glase’ portakallı batırma çikolatalarından aldım. Odaya girince daha lafa başlamadan elimdeki poşetten içeriği anladı: ‘Musti ne adamsın lan!’ dedi. ‘Paketin üstünden biraz aşırdım abi çok güzeller’ dedim. Kesekağıdını açtı, kokladı ‘Hem de yeni mahsul’ dedi. Ben abi nerden biliyorsun?’ diye sorunca, çikolataların altlarında kısmen yapışmış olarak kalan kağıtları gösterdi. Bu Oğuz abiyi son görüşüm oldu.

Vefatından bir gün evvelmiş. Onkoloji Hastanesinin önünde bir toplantıya gitmek üzere birkaç arkadaşı bekliyorum. Oğuz abinin yukarıda olduğunu bilmeme rağmen ziyaretine gitmiyorum. İbrahim abi (İbrahim H. Güllü) birkaç gün evvel ‘Ziyarete gitmeseniz iyi olur!’ dedi diye. Ancak içim sıkılıyor. Yukarıdaki Oğuz abiyi düşünüyorum. Lütfü abi (Lütfü Çöplü) dispnesinin verdiği eziyeti anlatmıştı masada o öğlen yemeğinde. Yaklaşık yirmi yıl şiir yazmamışlıktan sonra, birden bir iki mısra geliyor zihnime. iPhone’a hemen not ediyorum:

Zor bahar
M. Oğuz Güç’e
Ölmek ölümden zor,
Köprü kabirden dar.
Mukadderat buz gibi kor.
Kavuşuruz hangi bahar?

Ertesi gün akşama doğru vefatını öğreniyor ve onkolojiye koşuyoruz. 2009 ilkbaharının [zorbaharının] son günlerinde, ‘Kendi kişisel menkıbesini’ en iyi bir biçimde noktalayan bu adamla bakalım hangi bahar tekrar kavuşuruz? ”
Prof. Dr. M. Mustafa Aldur
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Anatomi Anabilim Dalı


 

 “Yeri doldurulamayacak kayıplar vardır. Benim için Oğuz da onlardan biri idi. Öyle “yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi” diyemeyeceğim.. Gerçi hemen her öğle yemeğini birlikte yerdik ama o yemeklerin arkadaşlık ötesi kurumsal bir platform oluşturduğu hepimizin malumu. Her zaman görüşür müydük? Eh, ne de olsa aynı anabilim dalındayız, aynı laboratuvarlarda çalışırdık. Her konuda ortak mıydık? Hayır. Kongreleri, toplantıları saymazsak, yolculuklara da birlikte çıktık sayılmaz. Ama herkesin tarihinde önemli günler, dönüm noktaları vardır. Benim için Oğuz her şeyden önce öyle günlerin adamı idi.

En başa dönecek olursak, 1986 yılının Ekim ayında, Tıp Fakültesini henüz bitirmişken, mecburi hizmete gitmeden önce, merdiven altındaki fotokopicide stok makale çektirmek için sıramı bekliyordum. Hemen arkama o sırada farmakolojiye yeni başlamış olan Oğuz geldi. Dönem 3’ten beri (o benden iki dönem öndeydi) birbirimizi bilirdik ama özel bir yakınlığımız olmamıştı. Benim temel tıp makaleleri çektirdiğimi görünce her zamanki girişkenliği ile sordu: “N’aber, n’apıyorsun?”. Ben de klinik tıp yapmak niyetinde olmadığımı, mecburi hizmeti bitirince yurt dışında fizyoloji ya da biyokimya

yapmaya niyetli olduğumu anlattım. Konuşurken, aramızda, bir yakınlık doğdu, fotokopiciden birlikte çıktık. Giderek muhabbet koyulaştı; Oğuz’da karşısındakini cezbeden parlak bir taraf vardı. “Seni bölüme götüreyim, bizimkilerle tanıştırayım, sen de farma’ya gel, oradan yurt dışına gidersin” dedi. Geliş o geliş. O zamandan beri mesleki hayatıma birebir tanıklık eden yakın bir ilişki içinde olduk. O’nun meslek hayatını da ben gözlemledim. Kanımca Oğuz, Türk Farmakoloji Camiası için bir cazibe noktasıydı. Çoğu kez ilk elden şahit olduğum gibi, bulunduğu her platformda etkileyici ve ışıltılı haliyle, karşısındakine daha ilk karşılaşmada “ben de öyle olmak istiyorum” dedirtmeyi becerirdi. Bu “aura” öyle herkeste bulunmaz. Bana göre, kaybının camia içinde yarattığı dalgalanma da bunun en güzel kanıtı olmuştur.

Oğuz’un ailesi önemliydi, mesleği önemliydi, dostları önemliydi, memleketi önemliydi ve bunu etrafındaki herkes hissederdi. Atfettiği “önem”, öyle egoistçe değil, içten gelen ve kendi var oluşunu tanımlayan bir önemseme idi. Yaşamı ile ilgili her şeyi ciddiye alan, ama bir yanı ile daima bir optimizm ve mizah içeren bir anlayışı vardı. Ona zengin bir ilişki ağı kurmasını sağlayan belki de işte bu samimiyet olmuştur. Kendini tanımak dahil, her şeyi her zaman merak etmek Oğuz’un yaşam biçimi idi ve her ahval ve şerait içinde sürdürülmesi gerekiyordu. Uzun hastalık aylarında bile merak etmekten vazgeçmedi. Sadece bu konuda tevekkül göstermedi sanırım. Çünkü ancak o zaman, kendini yaşam karşısında pes etmiş sayardı.

Hacettepe kafeteryasında, her seferinde Oğuz’un o günkü gündemi belirleyecek konuyu ortaya atmasını bekledik. Uçak nasıl uçardan, dünya meselelerine, etimolojiden antropolojiye, ilaç yan etkisinden botanik ve zoolojiye, Hacettepe dedikodularına ve hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine kadar her şey Oğuz’un gündemine girebilirdi. Konunun ne olduğundan çok nasıl ele alındığı ve ne sonuçlara varıldığı daha önemliydi. Agresif tarzının ve lafı eğip bükmeden konuya girmesinin masada dalgalanmalar yarattığına şahit olmayan yoktur. Adeta düşüncelerimizin kışkırtıldığı, yeni kapıların açıldığı, bir bilinç genişlemesi, ya da bazıları için, bir “sarsılma” halinden söz ediyorum. Onun varlığı ortamı zenginleştiren başlıca unsur idi. Zaman içinde Oğuz’un odasında geçirdiğimiz saatler, benim için adeta yaşadığımız olayların, durumların analiz edildiği bir çeşit psikoterapi seansı oldu. Onun da bu konuda benzer duygular hissetmiş olduğunu tahmin ediyorum. Bu sürece karşılıklı olarak “update” (güncelleme) derdik.



Oğuz’un meslek yaşamının uzun bir kısmına tanıklık etme fırsatım oldu. Arkadaş sohbetlerimizin arasına giren öğrencilerle kurduğu diyalog, diploma törenlerinde aldığı tezahürat, odasına gelip de sorunlarını ve hatta yaşam planlarını anlatan namütenahi öğrenci trafiği, her öğretim üyesinin gıpta edeceği düzeyde idi. Bu “karizmatik” tarafının altında daha derin ve İskoçya’daki eğitiminin de izlerini taşıyan profesyonel bir “mentor”luk olduğunu görmek gerek. Oğuz, popüler olmak için öğrencilerin gönlünü hoş tutmaya çalışmazdı. Mesela çok revaçta olan dönem derslerine girmek isteyen öğrenciler, o amfiye girmeden yerlerini almış olmalıydılar; yoksa içeri alınmazlardı. Derste dikkatini dağıtanlar amfiden fırça yiyerek atılmayı göze almalıydılar. Asistanlardan beklentisi (birçoklarının karşılayamayacakları kadar) yüksekti. Hak ve sorumlulukların karşılıklı olarak eksiksiz yerine getirildiği bir asistan-hoca ilişkisine hazır olmalıydılar. Madem bilim ile uğraşmayı bir yaşam biçimi olarak seçmişlerdi, öyleyse kendi yaşamlarında da bunun yansımalarını göstermeliydiler. Bilgileri, tavırları, tutumları, kararları hatta zaafları ona göre olmalıydı. Kısaca, öğrencilerin klasik usta-çırak ilişkisinin ötesine geçmeyi becermeleri gerekliydi. Asistan daha iyi olacak, hocasını zorlayacaktı; hocanın adeta nefesi yetmeyecekti. Bazen kendi aramızda nazire yapmak için “Çırak, usta gelmeden dükkanı (poligraf) açacak, çayı neyim yapmış olacak” diye dalga geçerdik. Oğuz’un mentor olmayı adeta bir “yaşam koçu” olmak gibi algıladığına dair bir kuşkum yok.

Birçok konuda Oğuz ile aynı düşüncede olmadık ama bu aramızdaki dostluğu etkilemedi, aksine katkıda bulundu. Bunda düşüncelerimizden çok, düşünce frekanslarımızın uyuşmasının payı büyüktür. Farklı yollardan geçerek benzer sonuçlara ulaştığımız da çok olmuştur. Acaba yaşıt olmanın getirdiği, aynı zaman diliminde, benzer çevrelerde yetişmiş olmanın bu frekans uyuşmasında payı var mıdır? Bilemiyorum ama, ölümünden sonra bir türlü girilemeyen bilgisayarının şifresini, kendi yazdığı ipucundan çözüp de açabilince, en azından kendi payıma “işte tanıdığım ve anladığım arkadaşım Oğuz” dedim. Sonra şöyle bir hisse kapıldım, sanki biraz sonra kapıdan içeri girip “Anlat bakalım Hakan abi..”diyecek gibi.. ”

Prof. Dr. Hakan S. Orer
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Farmakoloji Anabilim Dalı


 

“Oğuz’u öğrenciliğinden bu yana tanırım. Atak, çalışkan bir öğrenci idi. Mecburi hizmet ve kısa süren kadın doğum uzmanlık eğitimi deneyiminden sonra döndü, Hacettepe Farmakoloji’ye geldi. Esas dostluğumuz da her ikimizin de eğitimlerimizin yurt dışı kısımlarını tamamlayıp döndükten sonra Hacettepe’de öğlenleri aynı masada yemek yemeğe başladığımız zaman gelişti. Ben Dr. Oğuz Güç’ü o zamandan itibaren tanıdım. Oğuz ilk bakışta kendi deyimi ile “farmakolog olmanın gereği her şeye maydanoz” bu nedenle de biraz itici gelen bir görünümde BİR BİLEN idi. Bu özellik pek çok kişiye yakışmaz. Kişiyi hakikaten itici yapabilir. Ancak Oğuz’u yakından tanıyınca anlıyorsunuz ki onun bir bilenliği sonradan zorla yerleştirilmiş bir özellik değil, aksine kişiliğinin bir parçası, onun temel özelliklerinden biri. Bu nedenle de ona çok yakışıyor. Bazen papyon kravat takıp geldiğindeki CİN ALİ görünümü tam bu özelliğinin dışa yansımasıdır. Bir bilen dediysem, bazı konuları ilgi alanı içinde tutup bu konularda fikir yürütebilen demiyorum. Gerçekten çok değişik alanlarda ilgisi ve bilgisi olduğunu söylüyorum. Siyaset, dünya coğrafyası, dinler tarihi, olmadık bir ilaç grubu, hangi alana giderseniz Oğuz size yeterince açıklamalarda bulunabilir ve eğer kendince yeterli değilse yemekten döndüğünüzde e-postanızda konunun devamını ve o konu ile ilgili bir site adresini bulabilirsiniz, tabi ki Oğuz tarafından gönderilmiş. Oğuz bir arkadaş canlısı gönül adamı idi. Yine bizim meşhur öğlen yemeklerinde “baklava Türk müdür, Yunan mıdır? Sorusuna bir Gaziantepli olarak Arap kültüründen olabileceğini söyler, bir hafta sonra masamızda Şam Semiramis Pastanesi’nden kargo ile getirilmiş değişik tatlıları tadıyor olursunuz. Bu kadar bilimsel, bir o kadar da ince düşünülmüş hareket kimden gelir. Tabi ki Oğuz’dan.

Geçen yıl Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi açılış dersine Oğuz’u davet ettik. Kıbrıs’ın sıcağı malumunuz. Üniversite cübbesi ile dersini anlatıyor. Ter içerisinde. Oğuz sıcak oldu cübbeni çıkar istersen dedim, tabi ki çıkarmadı. Bir derslik süre içerisinde buradaki öğrencilerini olduğu gibi Yakın Doğu Üniversitesindeki öğrencilerini de etkiledi, onlara örnek oldu. Oğuz çok iyi bir öğretmendi. Meslek hayatımızda hep bir arada olunca tabi ki birbirimizin mesleğe ait özelliklerini öğreniyor, arkadaşlıklar geliştiriyoruz. Oğuz iyi bir arkadaş, iyi bir öğretmen idi. Ama bir de fakülte dışındaki yaşantılarımız var. Oğuz’un ne kadar iyi bir eş, ne kadar iyi bir baba, ne kadar iyi bir evlat olduğunu bütün yakın arkadaşlarımız bilir. Yaklaşık üç yıl önce Oğuz’un yutma güçlüğü varmış ve özafagoskopi yapılmış. Biyopsi alınmış derken kalleş hastalık ortaya çıktı. İçim cız etti. Ölümcül bir hastalığı, ölümü yakıştırabileceğim son kişidir Oğuz. Sonra ciddi bir savaş başladı. Ailesinin, arkadaşlarının candan desteği ile Oğuz kanserle savaştı. Kelimenin tam anlamı ile savaştı, üstelik son dakikaya kadar. Bütün daha önceki sorumluluklarında olduğu gibi o kadar uğraştı ki bir an hepimiz kazanacağına inandık. Hep umuyorduk zaten bunu başaracağını ve bir dönem de olsa hakikaten hep beraber inandık, olacaksa bu iş. Oğuz bu güçlüğü yenecek. Ama lanet hastalık işte… Oğuz çok erken ayrıldı aramızdan. Ona yakışacak bir cenaze töreni için uğraştık. Ben böyle cenaze töreni görmedim. İyi bir insan, arkadaş, hoca, eş, baba, evlat Prof. Dr. Oğuz Güç’ün cenaze töreni eminim tam kendisinin istediği gibi çok güzel bir tören oldu.

Güzel insan güzel bir törenle üniversitemizden uçtu gitti.

Sevgili Oğuz, seni hepimiz, en çok da masa arkadaşların özlüyoruz. Gün yok ki adın anılmasın. Mekânın cennet olsun demeyeceğim, orada olduğundan eminim.

Günü geldiğinde görüşmek üzere benim sevgili arkadaşım.”

Prof. Dr. Serhat Ünal
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
İç Hastalıkları Anabilim Dalı İnfeksiyon Hastalıkları Ünitesi
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

Kaynak: mustafaoguzguc.com

















 
;